Pazartesi, Aralık 18, 2006

Açılan Blog Dolmuyor, Acep Nedendir?

Epey zamandır Gönül Defteri'miz boş kalmış.

Gönül elbet boş durmuyor. Ama buradan deftere yansımıyor.

Neden?

"Yazılsa ne olur, yazılmasa ne olur?" düşüncesi baskın çıkıyor.

"Gönül, taşacak derecede dolmuyor."

"Gönüldekileri (sudurdakileri) satıra (yazıya) aktarma işlemini başlatacak bir fitil ateşlenmiyor."

"Yazma sırası 'Gönül Defteri'ne gelmiyor."

Acaba neden?

 

Pazar, Ekim 01, 2006

Aldatma, İşletmecilik ve Pazarlama

Yıllardır insan ilişkilerinde karşılıklı bir şüpheciliğin hâkim olduğuna dair sayısız deneyim yaşadım. Diyebilirim ki, bu şüphecilik hakkındaki şüphelerim giderek daha da gerçek oldu.

Çok ileri bir iddia saymazsanız diyeceğim ki, hemen herkes ilişkilerini “yüzünde bir maskeyle” götürüyor. Bu sözün bir başka anlamı “herkes herkesi aldatıyor.”

Pennsylvania State, Rutgers ve Washington State üniversitelerince ABD ve Kanada’da Yüksek Lisans Düzeyinde eğitim veren 32 okuldan 5.331 öğrenci üzerinden yapılan bir araştırma, işletme öğrencilerinin % 56’sının “aldatmalarını itiraf etmeye istekli” olduklarını göstermiş. Bu oranla işletmecilik öğrencileri araştırmada birinciliği de elde etmişler. (Bu bilgileri Matthew Lynn, Bloomberg News’den aldım.)

Orana dikkatinizi çekerim, işletme öğrencilerinin yarısından fazlası birilerini aldattıklarını, kandırdıklarını itiraf etmeye istekliler. Öğrencilerin ne kadarının bu konuda araştırmacıları da aldatmadığı bilinmiyor. Aldatma ve kandırma konusunda gerçek oranlar çok büyük rakamlara çıkabilir.

Araştırmada dikkat çeken bir husus, kendilerine dürüstlüğü iş yapmanın olmazsa olmaz bir şartı olarak anlattığımız işletme okullarında aldatma-kandırmanın en yüksek oranda çıkması. İşletme okulları dürüstlük aramak için uygun yerler değilmiş gibi görünüyor.

İşletme öğrencilerinin en sık yaptığı aldatma, kendi başlarına yapmaları istenen ödevleri başkalarıyla birlikte veya onların desteğiyle yapmak imiş. Keza, internetten veya kitaplardan “kes-yapıştır” yöntemiyle kendilerinden hiçbir şey katmadan ödev hazırlamaları da yaygın imiş. Öğrenciler, “herkes yapıyor” mazeretine sığındıkça aldatmacıların sayısı artıyor. Aldatmadıkça başkalarıyla yarışamayacaklarını, kandırmazlarsa önlerine gelen fırsatları kaçıracaklarını düşünüyorlarmış.

Aldatma sadece öğrencilikle sınırlı kalmıyor. Küçükten beri aldatmaya alışmış, yaptığı aldatmaların bedelini ödememiş, daha büyüklerini yapmaya cesaret kazanmış öğrenciler, iş hayatına atıldıklarında aldatma bakımından daha da bilenmiş ve tecrübe kazanmış olarak “aldatma mesleğini” sürdürüyorlar.

Güvensizlik o derece ileri boyutlara çıkıyor ki, yaşadığım bir örneği burada aktarmak istiyorum. İşletme İktisadı Enstitüsü’nde MS Pazarlama programı için öğrenci adaylarıyla mülakat yapıyoruz. Bankacılık gibi, güven ve dürüstlüğün öne çıkması gereken bir sektörden gelen bir adayın başvuru dosyasında referans mektubunun ekinde bir de “imza sirküleri” görünce, hayretten dona kaldım. Referans mektubunun altındaki imzalar filan şahıslara aittir diye noter tasdikli bir belge...

Sordum: “Siz müşterilere de güvenmiyorsunuz, değil mi?” Cevap, “Ik, mık.” Peşinden sordum, “Bankacı - müşteri ilişkilerinde güvensizlik ve aldatma etkileşimini ilk hangi taraf başlattı tahmin edersiniz?” Cevap ortada. Güven karşılıklıdır. Birbirini besler.

İş hayatında, “Ben MBA yaptım” diyenlere bile neredeyse güvenilmeyeceği günlerin geleceğinden korkarım. Belgeleri gerçek olsa bile, sınavlarda ve çalışmalarda, tezlerde aldatma yapılmadığı ne malum? Dürüstlüğü ölçmenin ve anlamanın tek yolu var, karşınızdakinin dürüst olması.

İş hayatında “her ne olursa olsun kazanmak zorundasın”, güç zenginlikten geçer, paran yoksa gücün de yoktur, gibisinden anlayışlar yayıldıkça; aldatanlar cezalandırılmak bir yana sürekli ödüllendirildikçe, aldatmalar hiç azalmayacak.

Hâlbuki aldatan bir toplum sonuçta kendini aldatmış oluyor. Uzun vadede aldatmanın bedelini topluca hepimiz ödüyoruz. Aldatmayı engellemek için daha fazla kural, daha fazla kontrol gerekiyor, hepsi de ilave maliyetler getiriyor. Neticede aldatanlar aldatmayanlara da zarar veriyor.

YA PAZARLAMA ÖĞRENCİLERİ VE PAZARLAMA YÖNETİCİLERİ NE DURUMDA?

MERAK EDİYORUM.

Cuma, Nisan 14, 2006

Neden Anlaşılmıyoruz?

Önce bir alıntı:
"Reklamcılığın Gerçek Mutfağına Hoşgeldiniz!

Buzdolabı var,
çalışkanlık, dürüstlük, doğruluk gibi özelliklerimizin asla bozulmaması için...

Kepçe var,
yeni bilgileri, yeni kavramları, yeni reklamcılık akımlarını birbirimizle paylaşmak için...

Bıçak var,
ham fikirleri dilimleyip, enerji, zeka ve yenilikçilik dolu lezzetler elde edebilmek için...

Maşa var,
en güzel fikirleri kolayca yakalayabilmek için...

Mikser var,
stratejiyi, yenilikçi fikri ve uygulamayı birbirine en iyi şekilde kaynaştırmak için...

Kahve var,
müşterilerimizi korumak, rakiplerini takip etmek, piyasayı izlemek amacıyla her zaman uyanık olmak için...

Süzgeç var,
doğru ve yanlış stratejiyi birbirinden ayırabilmek için...

Tuz-biber var,
bitirdiğimiz her için lezzetinin eksiksiz olması için...

Tencere var,
müşterilerimize sunacağımız hiçbir fikrin çiğ ve yarım kalmaması için...

Tepsi var,
bilgimizi, tecrübemizi, enerjimizi müşterilerimize en iyi şekilde sunabilmek için...

Pasta var,
başarılarımıza bir yenisi daha eklediğimizde kutlamak için..."


Bu sözleri, Tempus adlı bir reklam ajansının kendini hatırlatmak için hazırladığı bir minik takvimin yapraklarından değiştirerek aldım.

Ajans "ne demek istediğini" bir "hikaye üzerinden" "zeka ürünü bir yaklaşımla" "öz ama genişletilebilir" biçimde aktarmayı başarmış.

Bir sunum yaparken, bir makale yazarken, bir konuşma yaparken, ufak büyük herhangi bir şey anlatırken, anlatacaklarımızın tamamını "paketleyip içine koyabileceğimiz" bir konsept, bir hikaye, bir öz, bir temel yoksa, muhabatımızı bizim neden bahsettiğimiz takip edemiyor, anlayamıyor, sıkılıyor, kopuyor, hatırlamıyor, kısa bir sürede unutup gidiyor.

Böyle davranabildiğim zaman, hem ben, hem de dinleyiciler, okuyucular, seyirciler çok rahat ediyorlar.

Bir not edeyim istedim.

Buna da bir hikaye yakıştırmak gerekirse, hikayemizin adı şu olabilir:

Hikaye anlatmayı beceremediğimiz için anlaşılmamaktan şikayet ediyoruz!

Her konuşmanın, her firmanın, her ürünün, her stratejinin, her ülkenin "bir hikayesi olmalı".

Hikayesi olmayanın hikayeye konu olma hakkı olmuyor.

Cuma, Nisan 07, 2006

Masal Bu Ya...

Masal bu ya, timsahla fil dillere destan bir evlilik yapmışlar. (Reklamcılar da mesajlarını iletebilmek, zihinlerde dikkat ve ilgi üretebilmek için böylesi hiç olmayacak ilişkiler kurabildikçe mutlu olurlar.) İki sevgili(!) evliliklerini daha da mutlu hale getirebilmek için birbirlerinden habersiz hediyenin gücünden yararlanmaya niyet etmişler. Tabii ki, ikisi de eşine en değerli hediyeyi vermek istermiş. Sonunda, timsah gölden en leziz ve en güzel balıkları yakalamış. Fil de pek sevdiği bitkilerin yemyeşil yapraklarının en tazelerinden bir demet toplamış. Aynı akşam birbirlerine heyecanlı ve utangaç biçimde aynı anda hediyelerini sunmuşlar.
Fakat, sonuç hiç de beklendiği gibi iki taraflı bir sevinç çığlığı olmamış. Hatta yüzlerde ve duruşlarda bir hüsran, bir burukluk seziliyormuş.
Masalcı anlatmamış ama, biz biliriz ki, otçul fil için balıklar, etçil timsah için tazecik yapraklar hiç bir değer taşımaz. Hatta bunların "beş para etmez" olduklarını bile düşünebilirler.
Masal bu ya, bu absürd çift sonunda, herkesin kendisi için "en değerli" olanı "en sevdiklerine" vermenin içinde bir iyi niyet olsa da, bir işe yaramadığını anlamışlar. İlişkilerde iyi niyet yanında başka bir şey de gerekiyormuş.
Masalın sonunda, fil timsaha hortumuyla tuttuğu ve kendisinin zaten yemeyeceği ama partnerinin çok beğeneceği balıkları, timsah da, gölün dibinden kopartığı ve zaten sevmediği tazecik yosunları vermeye başlar.
Masalın sonunda ikisini de mutlu bir yüz ifadesiyle görürürz. Mutludurlar zira, birbirlerini anlamaya, birbirlerini tanımaya zaman ayırmışlar, partnerini kendisine tercih etmişler, kendi isteklerinin değil, karşı tarafın isteklerinin öne alınması gerektiğini anlamışlardır.
İkisi de "ben elimden geleni yapıyorum" savunmasına girmemiştir.
Bu masal bana, "malı müşteri tarif ve tayin eder, üretici ve satıcı değil" sözümü hatırlattı. Keşke bu masalı daha önceden duysaydım.
Pazarlamacılar da bazan fil ve timsah kadar müşterilerine yabancı olabiliyorlar.
Pazarlama olsun, sosyal durumlar olsun, siyasette ve ülke yönetiminde ilişkileri kuvvetlendirmek, neler alıp, neler verdiğinize bağlı.
İsterseniz bu masalı, iç politikaya da, dış politikaya da uyarlayabilirsiniz.

Cumartesi, Ocak 14, 2006

Tatil Hakkında

Yıl boyunca tatil yapmadığımız günlerin sayısı ikiyüz civarında bir rakam. Ekstraları da katarsak, çok çalışkan bir millet olmadığımız ortaya çıkar. Çalışma saatlerindeki verimliliği hiç konuşmayalım.
Geçtiğimiz Kurban Bayramı vesilesiyle on gün kadar tatil yaşadık. O sırada bir dostumdan duyduğum bir söz çok hoşuma gitti.

"Tahsilde tatili düşünenin tahsili tatil olur,
Tatilde tahsili düşünenin tatili tahsil olur."

Ne mutlu tatilde bile tahsili düşünenlere...