Perşembe, Mart 03, 2016

KALEM

KALEM

Kalem, en yalın tanımıyla iz bırakan bir nesne. 
Kendine söyleyecek veya başkalarına aktaracak bir sözü olanların kullandığı bir nesne.
Bilginin kaynağı ve aktarıcısı, 
bir kayıt aracıdır, kalem....
Kalem, tarihi boyunca, bir kavram olarak temelde aynı kalsa da, bir sembol ve bir nesne olarak çok değişime uğradı. 
İz bırakmada kullanılan malzemeye göre çeşitli türleri üretildi.
Dünyada atomlardan elektronlara, analogdan dijitale, gerçekten sanal olana yöneliş sırasında kalem, bir dönem klavye olarak parmaklara dokundu. 
Klavye aslında kalemin daktilodan sonraki biçimiydi. Kalem, analogda daktilo, dijitalde klavye adını almıştı.
Ardından bir dalga daha geldi. 
Hayatımıza kalemin işini görmek için, görünüşü fareye benzeyen, önce kuyruklusu, peşinden kuyruksuzu fare formunda yeni nesneler girdi. Fare ve klavye yarışları yaşandı.
Çoğunluk farenin rahatlığına kapılıp,  bilginin üreticisi olmaktan çıkıp, doymak bilmez bir tüketicisi olduklarının farkına varamadı.
Fare, üretilmiş bilgiler arasında gezinmek, bir bakıp geçmek işini müthiş kolaylaştırmıştı. Ama, kitlelerin üretkenliği ve iz bırakma yeteneğini körelttiği de bir gerçekti.
Bilgi söz konusu olduğunda, “Klavye Üretir, Fare Tüketir” hükmü dillerde dolaşır oldu.
Daha sonra, farenin yerini “dokunmatik” “kaydırmalı” ekranlar aldı, minileriyle ve maksileriyle birlikte... Artık parmaklar ekranlara “aracısız” dokunur olmuştu. Bir yerlerde üretilen, anında dünya çapında dağıtılan sinyaller, veriler, bilgiler, görüntüler, sesler, bir parmak şıklatmasıyla şovlarına başlıyabiliyor, beyinleri, şuurları, gönülleri ve ruhları esir alabiliyordu.
Klavye, fare, ekran derken bu yarışta kalem, unutulmaya yüz tuttu, garipleşti, sessizleşti, kıyıda köşede kalakaldı. Adeta “müzelik” oldu. 
***
Dillerde dolaştığı haliyle, “gözler kalbin aynası” olarak bilinse de, kalem, aynı zamanda, zihin ve gönüllerin aynasıdır.
Gönlünde, kalbinde, duygularında bir kıpırtı hissedenler ellerini kaleme uzatır, dokunaklı, etkileyici, kalıcı izler bırakırlar.
Zihninde, beyninde, aklında (muhakeme yeteneği anlamında), ruhunda bir şeyler gezindiğinde insanlar kendini ve şuurunu farketmek, algılamak, şekillendirmek ve genişletmek için kaleme sarılırlar. Çizmek, çiziktirmek, yazmak yakıştırmak isterler.
***
Kalem, karardır, kararlılıktır.
Bırakacağı izden emin olmak, kendine güvenmektir. Bu izle anılmaya talip olmak demektir.

Kalem, sorumluluktur.
Kalem, hikmet ve hüküm sahiplerinin elinde bir başka güzeldir.
Kalem de kelam gibi kılıçtan keskindir.

Kalem, bir derdi, bir maksadı, bir davası, bir işi, bir niyeti olanların elinde şahikalara ulaşır.
***
Kalem bir semboldür. Ona benzetilen, yakıştırılan başka şeylerin, belli kavramların aynası, yansıması, özeti, özü ve taşıyıcısıdır. Bütün semboller gibi, kalemin anlamı da, değeri de, çağrıştırdıkları da, ona ne gözle bakıldığına, onu düşününce neleri görebildikleri, anlayabildikleri, hissedebildiklerine bağlı ve bunlarla sınırlıdır.
***
Bazıları Kalem ve Ney benzerliğine işaret eder. İkisi de kendinde ve kendinden değildir. Nasıl ki, içi boş kamış üfleyene göre ses çıkarırsa, kalem de kendini tutan elden, onu yöneten gönül ve zihinden aldığı hareketle izler bırakır, derler.

Kalemin bir nesne olarak anlam ve değeri ile, bir sembol olarak kazandığı toplumsal değerler de zaman içinde sürekli değişime uğramıştır ve uğramaktadır.

Elbette bir kalem, kendi başına değil, onu tutan, onu oynatan bir el varsa ve ancak onun çapında bir iz bırakabilir. 
Dolayısıyla kalemin değeri de, izi de, eseri de, kendinden değil, onu tutan ellerdedir. Öyle kalemler vardır ki, onu tutan eller yüzünden itibar görür, değerli bilinir.
Tuttuğu kalemleri bile değerli kılabilenlere, onlara bile değer katan büyük isimlere selam olsun.

Çarşamba, Nisan 09, 2014

YAZMANIN FAZİLETLERİ


Yazmanın Faziletleri:
Daha mutlu, daha zekî, daha etkileyici olmak için yazmak


Prof. Dr. İsmail Kaya

Yazmak, sadece kelimeleri peşpeşe dizmek değil. Sayfaları doldurmaktan daha fazla bir şeydir. Kimine göre, düşünceleri arındırmanın ana yollarından biridir. Kimileri için ise defter kalem, insanın yanından hiç ayıramayacağı en önemli malzemedir. Kimileri de yazma eylemini gün boyunca oturup düşüncelerini gözden geçirmenin esaslı bir yolu olarak görür. Kısacası, yazmak bir düşünme, arınma, kendini bulma, anlama ve ifade eylemidir.

Yazmak, yazanı da mutlu eder
Bazıları yazmayı, hele hele ‘ben’li cümleler kurmayı gereksiz ve kibirlenmek gibi görse de, insan oturup kendini ifadeye, neyin peşinde olduğunu, maksadını kaleme almaya niyetlense, bu bile onun için önemli bir motivasyon aracı olur.

Yazmak, düşünmeyi ve düşündürmeyi berraklaştırır
Kelimeleri düşünmekten, kelimeler üzerinde durmaktan, kelimeleri kullanmaktan uzak kalmak, sadece tembelliğe, “kelime tembelliği”ne yol açmakla kalmaz; duyguları anlamlandırmayı, ifade etme isteğini ve tecrübeleri paylaşmayı, kısaca başkalarıyla iletişimi de köreltir. ‘Dilimin ucunda’ duygusunu sıkça yaşayanlar için, zihninin derinliğinden gelip dilinin ucuna dayananları kelimelere dökmek, oturup yazmak insana ilaç gibi gelebilir.

Yazmak, zor günleri atlatmaya da yardımcı olabilir
Derin acı ve yaralanmalar yaşamakla kaleme, klavyeye sarılma arasındaki ilişkiler iki yola çıkıyor: Yazmak ya da yazmamak... Özellikle sabırlı insanlar, güç anları tekrar hatırlamakta ve yazmakta bir fayda görmez ve yazmazlar.
Diğer taraftan, bazıları da, olan bitenle yüzleşmek ve sonuçlarını kabullenmeye yardımı olabilir niyetiyle yazmaya girişirler. İşten çıkarılan bir grup mühendis üzerinde yapılan bir çalışmada, işsiz kaldığında duygu ve düşüncelerini kaleme alanların, önceki işverenlerine karşı daha az öfke ve düşmanlık duydukları anlaşılmış. Aynı çalışmada, kontrol grubundakilerin beşte birinden biraz azı sekiz ay sonra tekrar işe girebildikleri halde, yaşadıklarını yazan gruptakilerin yarısından az fazlasının aynı süre içinde yeniden işe başladıkları saptanmış. 

Yazmak, zihnî melekelerdeki yaşlanmayı yavaşlatır
Tıpkı beden hareketleri gibi, zihin hareketleri de zihnî yaşlanmayı yavaşlatır. Yani, yazmak zihni meşgul eden bir faaliyet olduğu için de yararlıdır.

Yazmak, şükrü, kadirbilirliği arttırabilir
Yazmak, yaşananlar kadar sahip olunanların farkına varmayı, onların değerini anlamayı da kolaylaştırabilir. Çoğunlukla olumlu-güzel-faydalı kategorisinde yazıldığı da bir gerçektir. Olumlu yaşanmışlıkların yazarken daha sık hatırlanması, neticede, şükretme eğilimini arttırır. Bu güzelliklerin kelimelere yansıması da şükrü ayrıca bir derece daha arttıran bir etken olabilir. 

Yazmak, zihinde uçuşan düşünceleri ele avuca sığar, işlenebilir hale getirir
Dünya ve yaşananlar ne kadar somutsa, bunlara dair düşünce ve fikirler de o derecede soyuttur. Yazmak, işte bu soyutlaşmışlıkları somutlaştırmaya ve somut dünyaya geri taşımaya yardımcı olur. O yüzden, yazanların bir özelliği de, zihinlerinde canlananları yakalayabilmek, dondurabilmek ve başkalarına da aktarabilmek için anında not etmeyi alışkanlık haline getirmeleridir.

Yazmak düşünceleri dondurarak büyütür
Düşünceler yazıya dönüşmedikçe, zihinde bir an belirip bir an kaçıyor. Belki de o yüzden, “söz uçar, yazı kalır” demişler. Üstelik, yazarlar, yazdıklarını kaybettiklerinde onların yeniden yazılamayacağını bildiklerinden, yazdıklarını saklamaya, kaybetmemeye, arşivlemeye, başkalarına kıyasla daha fazla özen gösterirler. Ve bunlar, yani, yazdıkları, arşivledikleri, ona her seferinde yeni bir düşünce ve hatıraya götürür. Böylece her adımda yeni bir eyleme kapı açacak bir döngü ortaya çıkarır. 

Yazmak, öğrenmektir
Yaşayanlar ve yazarlar iyi bilir. Öğretmek için öğrendiklerimiz ve aldığımız bilgiler daha çok, daha kolay, daha uzun süre ve daha kapsamlı hatırlanır. Öğrendiğimizi unutabilir ama öğrettiğimizi kolay kolay unutmayız. “Bir konuyu öğrenmek istiyorsan dinle-oku, unutmak istemiyorsan anlat, öğretmeni ol; anlamak, istiyorsan, otur bir kitap yaz. Şayet, daha da derinden öğrenmek-anlamak istiyorsan, yazdığın kitabı oku.” demişler. Bu sebepten olacak ki, yazanlar çok okur, okuyanlar çok yazarmış,

Yazmak, liderliktir, zihinler açmak, yolda öne düşmek, kitleleri peşine takmaktır
Yatana bir şey demezler ama koşana çelme takarlar. Meyveli ağaçlar taşlanır. Yazılanlar da, yazanlar da zihinleri kıpırdatır, birilerine dokunur, onları dürterler. Konuşanlar susanlardan, yazanlar okuyanlardan daha fazla eleştirilir, suçlanır. Her tenkid, her yorum, yazarı güçlendirir besler. Eleştiri yazarın gıdasıdır, eleştiri almadıklarında yazarlar kendilerini başarısız, mutsuz, verimsiz hissederler.

İşte biz de yazdık. 
Eleştirin, beslenelelim.
(Ağustos 2014)

Pazar, Aralık 08, 2013

BAŞSIZLIK VE FİRMALARIN ŞUURU

Başsızlık

Bazen kendimizi yalnız, başsız ve sahipsiz hisseder, kimi zaman da yalnızlık arzularız. O anlar bir kaçış, bir kurtuluş görünse de uzun sürmez, ya biri bozar veya biz sıkılırız.
Bazen yalnızlık kalmak, insana fena koyar. Bir hiç olduğu hissine kapılır. Neyse ki, bu anlar da uzun sürmez. Bir an bir şeyler olur, akıl başa beden de işe sarılır.
Bunları bize yaptıran şuurumuzdur. Şuur, aklı başında olmak, neyi neden yaptığının veya yapmadığının ayırdında olmak demek.
Dışımızdaki dünya, göz, kulak, burun gibi beş duyumuzla beynimizdeki iç dünyamıza yansır. Hayatımız bu duyular altında kendi beynimizde, varlığına dokunamadığımız kendi dünyamızda yaşanır. 
Dışarıyı beynimizdeki televizyondan seyreder, kokuları beynimizdeki algı merkezinde koklar, cisimleri beynimizde algılarız. Sesleri beynimizdeki hoparlörden duyarız. Okyanusları, ormanları, gökyüzünü, ayı, güneşi, çiçekleri, meyveleri beynimizdeki minicik noktalarda görür, orada koklar ve seslerini orada dinleriz. 
Dışarıdaki asıllarına hiçbir zaman ulaşamadan bunları bize yaşatan, bütün hisleri algılayan bir şuur vardır. Biliriz ki, bu şuur sadece beyni oluşturan sinir, sıvı ve yağ hücrelerinden ibaret değil.
Hayat bu şuurla başlıyor. Ruh bedende değilse, bildiğimiz hayat da bitiyor.
Başsızlık ürkütüyor. Başsız bir tavuğun kendisi bir yana sadece resmi bile irkiltiyor. Başımızı yana çevirip gözlerimizi kapıyoruz.
İnsanlar gibi firmalar da canlı. Ama bir farkla. Firmalarda o kadar çok “baş” var ki, elini sallasan ellisi ve de tellisi.
İçinde “baş”tan geçilmeyen firmaların bir ruhu, bir şuuru var mı? İşletmeler “baş”sız veya ruhsuz olabilir mi? İşletmelerde başsızlık (şuursuzluk-ruhsuzluk) nasıl bir duygudur ki?
En büyüğünden en küçüğüne bütün işletmelerde, firmalarda, kurum ve kuruluşlarda ve hatta bürokraside, devlet yönetiminde, “en baş” mevkide bulunanlara bir hâl olsa, “sistem” kendini bir süreliğine ayakta tutmak için otomatik tepkiler veriyor. En hayatî fonksiyonlarını korumaya yöneliyor. Başı kesik tavuk gibi bir süre kıpırdaşmak mümkün olabiliyor.
Bir işletme, şayet varsa ve başını kaybederse bunun şuuruna varabilir mi? Acaba müşteriler, bu işletmenin başsız/sahipsiz olup olmadığını algılayıp hissedebilirler mi?
Sanırım müşteriler iş yaptıkları bir firmada kendilerini düşünen birilerinin, bir başın varlığını hemen hissediyorlar. Zaten bu duygu ve firmanın kendilerini sahipleneceğine olan inançları müşterileri o firmaya çekiyor. Şayet, firmada bir “baş” hissedemiyorsa müşteri “o”nun yokluğunu hemen anlıyor ve derhal başka bir kapıya, rakiplere yöneliyor. 
Lütfen kendinize, işletmenize ve müşterilerinize bir bakın. Müşterileriniz sizde hayat emareleri görüyorlar mı?
Hayal ve hedeflerinizi ve herşeyinizi ekibinizle ve müşterilerinizle paylaşabiliyor musunuz?

Değilse, yaşamak size de bir yük sayılır.

Cuma, Mart 02, 2007

Firmanıza, Projenize İsim mi Arıyorsunuz?

Çocuğunuza, torununuza isim ararken başka yöntemler de uygulayabilirsiniz, elbette.

Firmanıza, girişiminize, projenize isim ararken başka yollar kullanılabiliyor.

Bu arkadaş herbiri ismin kaynağını da gösteren isimleri on türe ayırmış ve herbiri için artılarını eksilerini yazmış.

Hemen ulaşmak için yukarıdaki linke tıklamanız yeterli.


Perşembe, Mart 01, 2007

İş Aramak - İş Teklif Etmek

Özellikle işletmecilik (Serdar Turgut'un deyimiyle "büzines") okumuş gençlerimizin birilerinden kendilerine iş vermelerini beklemeleri yerine, kendilerine iş kurmayı hayal etmelerini, düşünmelerini, hazırlık yapmalarını ve gerçekleştirmelerini her fırsatta dile getirirdim.

Hala da aynı fikirdeyim.

İşletme mezunu gençler, kapı kapı dolaşıp firmalara "bize iş verin" demek yerine, "şöyle bir projem var", "sizinle şöyle bir işte işbirliği yapabilir miyiz?" gibisinden kendilerinde var olan veya kendi girişimleriyle ortaya koydukları-koyacakları bir değeri firmalara sunmaya uğraşsalar nasıl olur?

Şimdi aşağıdaki yazıyı okuyalım: Küçük güzeldir, karlıdır

Small is beautiful, profitable

Based on its most recent figures (2005), the U.S. Small Business Administration estimates that 99.9% of the country's businesses are small businesses. The U.S. Census Bureau says small businesses employ slightly more than 50% of the workforce.
The recent Intuit Future of Small Business Report cites a 2005 Gallup/CNN/USA Today survey, in which nearly 80% of 18-29 year-old questioned said they'd rather start their own business than work for a big company. The report specifically mentions technology as a driving force behind the growth of small business among young adults.


Bir de göçmenlerin kendi işlerini kurmaya daha fazla eğilimli oldukları saptanmış:


Immigrants: more likely to be self-employed

USnews.com (Feb 26, 2007) ran a short article about immigrants' high propensity to be self-employed. Often as the only way to crack the US economy system, immigrants start business at a higher rate than native-born Americans. Even highly educated immigrants, due to lack the language and cultural skills to break into corporate America, or driven purely by personality, they often prefer to be their own boss. About 25% of the engineering and technology companies started in US from 1995-2005 had at least one immigrant founder, Jerry Young (co-founder of Yahoo), Steve Chan (co-founder of YouTube) are two of the best known.

Pazartesi, Aralık 18, 2006

Açılan Blog Dolmuyor, Acep Nedendir?

Epey zamandır Gönül Defteri'miz boş kalmış.

Gönül elbet boş durmuyor. Ama buradan deftere yansımıyor.

Neden?

"Yazılsa ne olur, yazılmasa ne olur?" düşüncesi baskın çıkıyor.

"Gönül, taşacak derecede dolmuyor."

"Gönüldekileri (sudurdakileri) satıra (yazıya) aktarma işlemini başlatacak bir fitil ateşlenmiyor."

"Yazma sırası 'Gönül Defteri'ne gelmiyor."

Acaba neden?

 

Pazar, Ekim 01, 2006

Aldatma, İşletmecilik ve Pazarlama

Yıllardır insan ilişkilerinde karşılıklı bir şüpheciliğin hâkim olduğuna dair sayısız deneyim yaşadım. Diyebilirim ki, bu şüphecilik hakkındaki şüphelerim giderek daha da gerçek oldu.

Çok ileri bir iddia saymazsanız diyeceğim ki, hemen herkes ilişkilerini “yüzünde bir maskeyle” götürüyor. Bu sözün bir başka anlamı “herkes herkesi aldatıyor.”

Pennsylvania State, Rutgers ve Washington State üniversitelerince ABD ve Kanada’da Yüksek Lisans Düzeyinde eğitim veren 32 okuldan 5.331 öğrenci üzerinden yapılan bir araştırma, işletme öğrencilerinin % 56’sının “aldatmalarını itiraf etmeye istekli” olduklarını göstermiş. Bu oranla işletmecilik öğrencileri araştırmada birinciliği de elde etmişler. (Bu bilgileri Matthew Lynn, Bloomberg News’den aldım.)

Orana dikkatinizi çekerim, işletme öğrencilerinin yarısından fazlası birilerini aldattıklarını, kandırdıklarını itiraf etmeye istekliler. Öğrencilerin ne kadarının bu konuda araştırmacıları da aldatmadığı bilinmiyor. Aldatma ve kandırma konusunda gerçek oranlar çok büyük rakamlara çıkabilir.

Araştırmada dikkat çeken bir husus, kendilerine dürüstlüğü iş yapmanın olmazsa olmaz bir şartı olarak anlattığımız işletme okullarında aldatma-kandırmanın en yüksek oranda çıkması. İşletme okulları dürüstlük aramak için uygun yerler değilmiş gibi görünüyor.

İşletme öğrencilerinin en sık yaptığı aldatma, kendi başlarına yapmaları istenen ödevleri başkalarıyla birlikte veya onların desteğiyle yapmak imiş. Keza, internetten veya kitaplardan “kes-yapıştır” yöntemiyle kendilerinden hiçbir şey katmadan ödev hazırlamaları da yaygın imiş. Öğrenciler, “herkes yapıyor” mazeretine sığındıkça aldatmacıların sayısı artıyor. Aldatmadıkça başkalarıyla yarışamayacaklarını, kandırmazlarsa önlerine gelen fırsatları kaçıracaklarını düşünüyorlarmış.

Aldatma sadece öğrencilikle sınırlı kalmıyor. Küçükten beri aldatmaya alışmış, yaptığı aldatmaların bedelini ödememiş, daha büyüklerini yapmaya cesaret kazanmış öğrenciler, iş hayatına atıldıklarında aldatma bakımından daha da bilenmiş ve tecrübe kazanmış olarak “aldatma mesleğini” sürdürüyorlar.

Güvensizlik o derece ileri boyutlara çıkıyor ki, yaşadığım bir örneği burada aktarmak istiyorum. İşletme İktisadı Enstitüsü’nde MS Pazarlama programı için öğrenci adaylarıyla mülakat yapıyoruz. Bankacılık gibi, güven ve dürüstlüğün öne çıkması gereken bir sektörden gelen bir adayın başvuru dosyasında referans mektubunun ekinde bir de “imza sirküleri” görünce, hayretten dona kaldım. Referans mektubunun altındaki imzalar filan şahıslara aittir diye noter tasdikli bir belge...

Sordum: “Siz müşterilere de güvenmiyorsunuz, değil mi?” Cevap, “Ik, mık.” Peşinden sordum, “Bankacı - müşteri ilişkilerinde güvensizlik ve aldatma etkileşimini ilk hangi taraf başlattı tahmin edersiniz?” Cevap ortada. Güven karşılıklıdır. Birbirini besler.

İş hayatında, “Ben MBA yaptım” diyenlere bile neredeyse güvenilmeyeceği günlerin geleceğinden korkarım. Belgeleri gerçek olsa bile, sınavlarda ve çalışmalarda, tezlerde aldatma yapılmadığı ne malum? Dürüstlüğü ölçmenin ve anlamanın tek yolu var, karşınızdakinin dürüst olması.

İş hayatında “her ne olursa olsun kazanmak zorundasın”, güç zenginlikten geçer, paran yoksa gücün de yoktur, gibisinden anlayışlar yayıldıkça; aldatanlar cezalandırılmak bir yana sürekli ödüllendirildikçe, aldatmalar hiç azalmayacak.

Hâlbuki aldatan bir toplum sonuçta kendini aldatmış oluyor. Uzun vadede aldatmanın bedelini topluca hepimiz ödüyoruz. Aldatmayı engellemek için daha fazla kural, daha fazla kontrol gerekiyor, hepsi de ilave maliyetler getiriyor. Neticede aldatanlar aldatmayanlara da zarar veriyor.

YA PAZARLAMA ÖĞRENCİLERİ VE PAZARLAMA YÖNETİCİLERİ NE DURUMDA?

MERAK EDİYORUM.

Cuma, Nisan 14, 2006

Neden Anlaşılmıyoruz?

Önce bir alıntı:
"Reklamcılığın Gerçek Mutfağına Hoşgeldiniz!

Buzdolabı var,
çalışkanlık, dürüstlük, doğruluk gibi özelliklerimizin asla bozulmaması için...

Kepçe var,
yeni bilgileri, yeni kavramları, yeni reklamcılık akımlarını birbirimizle paylaşmak için...

Bıçak var,
ham fikirleri dilimleyip, enerji, zeka ve yenilikçilik dolu lezzetler elde edebilmek için...

Maşa var,
en güzel fikirleri kolayca yakalayabilmek için...

Mikser var,
stratejiyi, yenilikçi fikri ve uygulamayı birbirine en iyi şekilde kaynaştırmak için...

Kahve var,
müşterilerimizi korumak, rakiplerini takip etmek, piyasayı izlemek amacıyla her zaman uyanık olmak için...

Süzgeç var,
doğru ve yanlış stratejiyi birbirinden ayırabilmek için...

Tuz-biber var,
bitirdiğimiz her için lezzetinin eksiksiz olması için...

Tencere var,
müşterilerimize sunacağımız hiçbir fikrin çiğ ve yarım kalmaması için...

Tepsi var,
bilgimizi, tecrübemizi, enerjimizi müşterilerimize en iyi şekilde sunabilmek için...

Pasta var,
başarılarımıza bir yenisi daha eklediğimizde kutlamak için..."


Bu sözleri, Tempus adlı bir reklam ajansının kendini hatırlatmak için hazırladığı bir minik takvimin yapraklarından değiştirerek aldım.

Ajans "ne demek istediğini" bir "hikaye üzerinden" "zeka ürünü bir yaklaşımla" "öz ama genişletilebilir" biçimde aktarmayı başarmış.

Bir sunum yaparken, bir makale yazarken, bir konuşma yaparken, ufak büyük herhangi bir şey anlatırken, anlatacaklarımızın tamamını "paketleyip içine koyabileceğimiz" bir konsept, bir hikaye, bir öz, bir temel yoksa, muhabatımızı bizim neden bahsettiğimiz takip edemiyor, anlayamıyor, sıkılıyor, kopuyor, hatırlamıyor, kısa bir sürede unutup gidiyor.

Böyle davranabildiğim zaman, hem ben, hem de dinleyiciler, okuyucular, seyirciler çok rahat ediyorlar.

Bir not edeyim istedim.

Buna da bir hikaye yakıştırmak gerekirse, hikayemizin adı şu olabilir:

Hikaye anlatmayı beceremediğimiz için anlaşılmamaktan şikayet ediyoruz!

Her konuşmanın, her firmanın, her ürünün, her stratejinin, her ülkenin "bir hikayesi olmalı".

Hikayesi olmayanın hikayeye konu olma hakkı olmuyor.

Cuma, Nisan 07, 2006

Masal Bu Ya...

Masal bu ya, timsahla fil dillere destan bir evlilik yapmışlar. (Reklamcılar da mesajlarını iletebilmek, zihinlerde dikkat ve ilgi üretebilmek için böylesi hiç olmayacak ilişkiler kurabildikçe mutlu olurlar.) İki sevgili(!) evliliklerini daha da mutlu hale getirebilmek için birbirlerinden habersiz hediyenin gücünden yararlanmaya niyet etmişler. Tabii ki, ikisi de eşine en değerli hediyeyi vermek istermiş. Sonunda, timsah gölden en leziz ve en güzel balıkları yakalamış. Fil de pek sevdiği bitkilerin yemyeşil yapraklarının en tazelerinden bir demet toplamış. Aynı akşam birbirlerine heyecanlı ve utangaç biçimde aynı anda hediyelerini sunmuşlar.
Fakat, sonuç hiç de beklendiği gibi iki taraflı bir sevinç çığlığı olmamış. Hatta yüzlerde ve duruşlarda bir hüsran, bir burukluk seziliyormuş.
Masalcı anlatmamış ama, biz biliriz ki, otçul fil için balıklar, etçil timsah için tazecik yapraklar hiç bir değer taşımaz. Hatta bunların "beş para etmez" olduklarını bile düşünebilirler.
Masal bu ya, bu absürd çift sonunda, herkesin kendisi için "en değerli" olanı "en sevdiklerine" vermenin içinde bir iyi niyet olsa da, bir işe yaramadığını anlamışlar. İlişkilerde iyi niyet yanında başka bir şey de gerekiyormuş.
Masalın sonunda, fil timsaha hortumuyla tuttuğu ve kendisinin zaten yemeyeceği ama partnerinin çok beğeneceği balıkları, timsah da, gölün dibinden kopartığı ve zaten sevmediği tazecik yosunları vermeye başlar.
Masalın sonunda ikisini de mutlu bir yüz ifadesiyle görürürz. Mutludurlar zira, birbirlerini anlamaya, birbirlerini tanımaya zaman ayırmışlar, partnerini kendisine tercih etmişler, kendi isteklerinin değil, karşı tarafın isteklerinin öne alınması gerektiğini anlamışlardır.
İkisi de "ben elimden geleni yapıyorum" savunmasına girmemiştir.
Bu masal bana, "malı müşteri tarif ve tayin eder, üretici ve satıcı değil" sözümü hatırlattı. Keşke bu masalı daha önceden duysaydım.
Pazarlamacılar da bazan fil ve timsah kadar müşterilerine yabancı olabiliyorlar.
Pazarlama olsun, sosyal durumlar olsun, siyasette ve ülke yönetiminde ilişkileri kuvvetlendirmek, neler alıp, neler verdiğinize bağlı.
İsterseniz bu masalı, iç politikaya da, dış politikaya da uyarlayabilirsiniz.

Cumartesi, Ocak 14, 2006

Tatil Hakkında

Yıl boyunca tatil yapmadığımız günlerin sayısı ikiyüz civarında bir rakam. Ekstraları da katarsak, çok çalışkan bir millet olmadığımız ortaya çıkar. Çalışma saatlerindeki verimliliği hiç konuşmayalım.
Geçtiğimiz Kurban Bayramı vesilesiyle on gün kadar tatil yaşadık. O sırada bir dostumdan duyduğum bir söz çok hoşuma gitti.

"Tahsilde tatili düşünenin tahsili tatil olur,
Tatilde tahsili düşünenin tatili tahsil olur."

Ne mutlu tatilde bile tahsili düşünenlere...

Pazartesi, Nisan 25, 2005

İnsanların İsteklerine Karşı Çıkma!

Bugün öğrendim ki, "İnsanlar, isteklerine karşı çıkılmadıkça, bulundukları ahlâk üzere halim selîmdirler. Karşı çıkılınca, hemen kötü ahlâklı kesiliverirler." miş. Yani, insanlarla bir arada güzel güzel yaşamak istiyorsak, onların halim selim kalmalarını istiyorsak, ne istediklerini bilmek, öğrenmek durumundayız.
Bir de, insanların ne istediklerini öğrenip, o istediklerini onlara verebildiğimizi düşünelim. Kimbilir ne kadar sevinirler...
Ancak, işin ince yanı şurada düğümleniyor. Bir kere, insanların ne istediklerini öğrenmek zor, zira, insanlar çoğu zaman ne istediklerini kendileri de bilmiyebiliyorlar. İkincisi, herkesin her istediğini yerine getirmek pratik olarak mümkün değil.
Kimlerin isteklerini yerine getirebileceğimizi doğru saptayıp, hedefimizi ve ilişkilerimizi onlarla sınırlandırırsak, sanıyorum kendimizi da etrafımızdakileri de mutlu edeceğiz.
Pazarlamada buna "doğru hedef kitleye hizmet etmek" deniyor.

Cuma, Mart 25, 2005

Bu defter de zamanla dolacak

Bu Blog'u, yazdıklarıma ulaşmak isteyenlere ikinci bir kapı açmak için başlattım. Pazarola bloğu ile yarıştırmayı, hangisi daha hızlı koşar, hangisi daha gürbüz hale gelirse oradan devam etmeyi planlıyorum.

Pazarlama ile ilgili söyleyecek sözü olanları buraya da bekliyorum.